On yılı aşkın süren Suriye İç Savaşı yeni bir aşamaya geldi, diktatör Esad ülkesinden kaçtı. Arap Baharı olarak adlandırılan dönemin perdesi kapanmamış son ülkesinde oyunun bir perdesi daha kapandı. Şimdi yeni sahneye hazırlık yapıyor herkes, Suriye halkı da sürece dahil tüm aktörler de.
Bu noktadan başlamamın nedeni Suriye’de olan biteni uzun bir zaman aralığından, yanı sıra küresel-bölgesel-yerel dinamik ve aktörlerden bağımsız analiz etmenin eksikli olacağı kanaatimdir.
Arap Baharı, 17 Aralık 2010’da Tunus’ta başlayan, giderek diğer Arap ülkelerinde yaşanan bir dizi otoriter yönetimler karşıtı protesto, ayaklanma ve isyanlardı.
Ne olmuştu da insanlar diktatoryal düzenlere başkaldırmıştı? Ve ne olmuştu ya da olamamıştı da tam 14 yıl sonrasında, bugünden bakıldığında Arap ülkelerinin hiçbirisinde adil ve demokratik yeni bir düzenin kurulabildiğinden bahsedemiyoruz?
Arap Baharı başkaldırıları başladıktan sonra hangi küresel aktörlerin, nelere, nasıl müdahil oldukları ayrı bir tartışma konusu elbette. Tıpkı bugün de son aylarda yaşananlarda ve Esad diktatörlüğünün çöküşünde hangi ülkenin, hangi senaryosunun etkisi olduğunu tartışabiliriz. Ama bu ülkelerin yönetimlerinin kendi toplumlarının dertlerine, ihtiyaçlarına, taleplerine ne denli ırak, keyfi, otoriter ve hırsız yönetimler oldukları konusunda da kuşku olmadı hiç. Esad ve Suriye de dahil.
O nedenle bugün yıllarca cefa çekmiş, işkencelerde, hapishanelerde, iç savaşta milyona yakın can kaybetmiş, iç savaşta yedi milyonu toprağını, evini, barkını terk etmek zorunda kalmış Suriyelilerin sevincine ortak olmaktan doğalı yok.
Öte yandan ne bugün savaşı kazanmış muhaliflerin sözcülerinin ne de sürece dahil ve müdahil olan aktörlerin Suriyelilere özgürlük, huzur, barış, refah vaatleri olduğundan da emin değilim. Arap Baharı’ndaki isyanların ardından huzuru, refahı, onurlu yaşamı inşa edebilmiş ülke yok ne yazık ki.
Arap Baharı yaşanan ülkelerde en temel karakteristik özellik örgütlü, toplumsal desteği, ütopyası, iddiası olan bir muhalefet yoktu. Dünyadan haberdar olan, neleri kaybettiklerini bilen, iktidarın nimetlerini kişisel çıkarları ve keyfilikleri için kullanan düzenlere ve diktatörlere gençlerin başkaldırışı olarak başladı her şey.
Tunus başka bir süreç izledi ve Arap Baharı yaşanan ülkelerin içinde tek örnek olarak kendine göre bir toplumsal uzlaşma üretti. Ama bunu üreten siyasi aktörlerin hemen tamamı sürecin içinde yeşerdi, örgütlendi. Hiçbirisi ilk başkaldırışın aktörü ve lideri değildi. 2011 yılında başlayan geçiş süreciyle yeni ve demokratik bir anayasayı hayata geçirmeyi başaran Tunus, sonra genel seçimlerle iktidarın barışçıl devrine sahne oldu. İşsizlik, yozlaşma ve sosyal adaletsizlik gibi sorunlar asla tam anlamıyla çözülemedi. 2019’da seçilen cumhurbaşkanı 2021’de aldığı kararlarla ülkeyi adım adım diktatörlüğe çevirdi.
Arap Baharı’ndan ders
Mısır’da da benzer bir durum aynı oranda ve ağırlıkta değilse de geçerliydi. 20 ülkede örgütlü olduğu söylenen Müslüman Kardeşler bile halkın bu kalkışmasını yönetebilir olmaktan uzaktı. Nitekim Mısır’da yapılan seçimlerde Müslüman Kardeşler’in kazandığı görülse de gerçekte seçime katılımın yüzde 51 oranında olduğu, geçerli oyların yüzde 51’ini alan Müslüman Kardeşler’in toplumsal desteğinin aslında yüzde 25 olduğunu da hatırlamak gerekiyor. Sonuçta Mısır yine darbe hükümetleri dönemine döndü.
Libya’da hiçbir muhalif örgütlenme olmadığı, Kaddafi yönetimi hiçbir siyasi faaliyete izin vermediği için süreç siyasetsizleşme, iç savaş ve giderek kaos ve devletsizleşme yönünde ilerledi.
Suriye’de ise Arap Baharı bambaşka bir biçime dönüştü ve tıkandı. Örgütlü, ütopyası, iddiası olan ve toplumsal desteğe sahip hiçbir muhalif hareket olmadığı için Esad’ın düşürülmesi çabası küresel aktörlerin de siyasi manevra alanı olarak iç savaşa dönüşen bir yol izledi. Esad’ın ordusu asimetrik bir savaş yürüttü, İran ve Rusya’nın da desteğiyle iç savaş katliamlara dönüştü. Giderek mezhepsel ve etnik yönü ağır basan bir iç savaşa dönüştü. Kürtler kendi bölgelerinde otonom bir yönetim inşa etmeye çalışırken, Kuzey Suriye’deki muhalifler onlarca farklı örgütlenme içinde, Suriyeli firari askerlerle, sivil güçlere başkaca Müslüman ülkelerden, topluluklardan, örgütlerden gelenlerle bir üst örgüt oluşturmaya çalıştı. Bugün de muhaliflerin içinde ne kadar Afgan, Uygur ya da paralı asker var onu da bilmiyoruz.
Arap Baharı’nın verdiği ders, bu devrimlerin sonrasında ne olduğuyla ilgili. En büyük handikap süreçlerin bir siyasi ütopya ve iddia üzerinden değil diktatörleri indirmek üzerinden gelişmiş olmasıydı. Muhalefetin örgütsüz ve toplumsal destekten yoksun oluşu, diktatörlerin yerine meşru muhalif hareketlerin olmayışı sonuçta Arap Baharı’nı bir hüsrana dönüştürdü.
Süreçlerin başlangıcında ne kadar etkili olduğu tartışmalı da olsa sonrasında hikâyeyi yazanın başkaldıranların değil küresel güçlerin olduğu bir hüsran yaşandı tüm ülkelerde. Üstelik Batı, Müslüman coğrafyayı makbul Müslüman aktörler üzerinden yönetme ve denetleme niyet ve politikalarından vazgeçecek gibi görünmüyor.
Müslüman coğrafyada kalkınma, dönüşüm, demokratikleşme, toplumların ihtiyaç ve taleplerini dikkate alan yönetimleri oluşturması gereken iç dinamikler yeterince güçlenemiyor. Öte yandan bu ülkelerde toplumsal talepler yükseliyor. Kendi ülkelerinde çözüme, daha iyi hayata ulaşamayan insanların büyük bir kısmı Batı’yı göçle zorluyor. Öte yandan bu ülkelerdeki kimi radikal örgütlenmeler olanların suçlusu olarak gördüğü Batı’ya karşı teröre başvuran yollara daha fazla sığınıyor.
Müslüman coğrafyadaki toplumların düşük eğitim seviyelerinden ve örgütsüz oluşlarından yola çıkarak taleplerinin demokrasi olamayacağı iddiasına, olanların yalnızca Batı’nın siyasi ayak oyunlarından ibaret oluşuna bağlamak da doğru değil.
Tüm yaşananların gösterdiği daha derindeki mesele ise Müslüman coğrafya ile Batı arasındaki dengenin ve ilişkilerin nasıl olacağıdır. Gerilim siyasi gibi görünüyor olsa da yaşanan gerçekte kültürel gerilim ve yeni uyum ve denge ihtiyacıdır.
Müslüman coğrafyanın bir yandan ekonomik kalkınma ve refah, öte yandan demokrasi talepleriyle Batı’nın dünyayı kendi tahayyül ve çıkarlarına göre yönetme iddiası arasında nasıl bir denge kurulacak? Dolayısıyla Suriye, tüm bu gerilimlerin ve denge arayışının kostümlü prova sahnesine dönüşmüştü uzun süredir.
Savaş sahnesi oldular
Suriye İç Savaşı bitmemişse de hararetinin bir miktar azaldığı son üç yılda ise küresel ve bölgesel dinamikler değişti.
Rusya önce 2014’te Ukrayna’dan Kırım’ı ilhak etti, ardından Şubat 2022’de işgale kalkıştı. Hâlâ da Rusya Ukrayna savaşı sürüyor. Ama bu süreç Rusya’ya o güne kadar atfedilen askeri gücün sanıldığı kadar güçlü olmadığını da gösterdi.
İsrail’in Gazze’de Hamas’ı ve terörü bitirmek diye başlattığı askerî harekât soykırıma dönüştü. Ardından İsrail suikastlara, Lübnan’ın bazı bölgelerine operasyonlara yöneldi. Bu süreç de İran’ın askeri gücünün, Orta Doğu’daki informel güçlerinin ve ilişkilerinin de sanıldığı kadar güçlü olmadığını gösterdi. Belki de İran hâlâ nükleer silah geliştirmek konusunda bile söylendiği kadar ilerlememişti. Belki de İran’daki mollalar iktidarı siyasi ve toplumsal iddialarından vazgeçmiş, yalnızca kendi iktidarını sürdürme derdine düşmüştü.
Orta Doğu ve Arap ülkelerinin bir kısmı enerji kaynaklarına sahiplikleri, coğrafya olarak üç kıtanın kavşağı olmaları nedeniyle zaten küresel siyasi ve ekonomik egemenlik savaşının da sahnesiydiler.
Batı ile Rusya, Çin başta Doğu arasındaki siyasi ve egemenlik alanları gerilimi son 20 yıldır yeniden küresel bölüşüm savaşına dönüştü. Siyasi ve ekonomik yeniden bölüşüm savaşına paralel evrende Batı ile Müslüman coğrafya arasındaki kültürel gerilim, radikalleşme eşlik ediyor.
Bu büyük hikayenin bugünkü sahnesinde Rusya ve İran’ın beklenen güçten ırak oluşları, İsrail’in cüretkarlığı, Trump’ın seçilmesi, diğer Arap ülkelerinin kendi can dertleriyle sessizlikleri gibi bir dizi aktör bir araya gelince süreç hızlandı sanki.
Her bir aktörün farklı senaryolarının bir arada çalıştığı bir süreçteyiz. Tarihin bu aralığında, Suriye’de farklı aktörlerin farklı senaryolarının bir kesişme içinde olduğunu, bir kavşağın içinde bir arada gibi göründüklerini söyleyebiliriz. Ama bu senaryoların hangisinin geçerlilik kazanacağını öngörebilmek de mümkün değil.
Bugün de Kürt, Sünni Arap ve Nusayri bölgeleri olarak fiilen bölünmüş bir Suriye var karşımızda. Üstelik tüm ekonomik, askeri ve bürokratik kapasitesi çözülmüş, dağılmış bir Suriye’de hâlâ her bir aktörün başkaca hevesleri olduğu da gözleniyor.
Bize de bir uyarı bu!
Tam da bu nedenle mesele yalnızca Suriye halkının refahı, huzuru değil. Yaşanan karmaşanın yalnızca Suriye olmadığının bin türlü örneği var karşımızda. Her bir aktörün nihai dengeye ve barışa dair nihai oyun planı olmadığı için her gün, her bir aktör pozisyon değiştirebiliyor. İttifaklar, işbirlikleri sıkça değişiyor. Bu nedenle denge veya zafer geçici, iç savaş yeni cephelerde ve aktörler değişerek devam edebilir de.
Suriye’de ve genel olarak Müslüman coğrafyada neler yaşanacağını göreceğiz, ama bildiğimiz hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağıdır. Ne olacağını şimdilik bilmiyor olsak da. Belki de Suriye’de olan biteni bu kadar kısa ve şematik yoldan analiz etmek doğru değil. Ama sürecin geldiği noktada bir başka önemli mesele var. Özellikle Suriye İç Savaşı ve hala yaşanmakta olan süreçlerden bakılınca mesele Türkiye’yi de doğrudan ilgilendiriyor.
Türkiye toplumsal dokusuyla yaşanan küresel kültürel gerilimin parçası. İktidarın dış politika tercihleri, Müslüman coğrafyanın lideri olma hayali, bu çerçevede bir dizi dış politika hamlesinin sonuçları nedeniyle de bu siyasal gerilimin bir parçası.
Türkiye kendi kadim ve çözülemeyen Kürt meselesi, Suriye’deki PYD ve Kürt hareketinin pozisyonel fırsat alanı, bunun içerideki Kürt meselesine etkileri gibi bir dizi ve karmaşık nedenle de hem siyasal hem kültürel gerilimin bir parçası.
Suriye halkının diktatörden kurtulma sevincine ortak olurken, kaderi bize de bir uyarı içeriyor. Kültürel, toplumsal, siyasal kutuplaşmaları siyasete malzeme yapmaya, örgütlü siyasetin müzakere ve uzlaşma imkanlarını daraltmaya ve baskılamaya, kendi içimizde ortak yaşama idealini zayıflatmayı siyasi marifet saymaya devam edersek küresel deprem fırtınasının gün gelip bizi de etkileyebileceğinden korkarım.
Bekir Ağırdır'ın bu yazısı, Oksijen gazetesinden alındı.